İnsanlarda olağanüstü yeteneklerin ve güçlerin, şaşırtıcı zaaflarla birlikte var olması herkes gibi benim de her zaman ilgimi çekti.
Belki de edebiyatı bu yüzden sevdim.
Yüzlerce hayat yaratabilecek kadar güçlü ve yetenekli insanların kendi özel hayatlarını cehenneme çeviren birçok zaafı bünyelerinde barındırmalanndaki şaşırtıcılık...
Ve kuvvetli çelişkilerle zedelenmiş bu insanların zihinlerinin ürünü olarak hayat bulan zaaflarla dolu güçlü kahramanları.
Rengarenk flamaları, iri siyah atlan olan tuhaf süvarilerin resmi geçidi.
Ben de önce kitapları ve beni o kitapların içine, yanlarına çeken kahramanları keşfettim. Epeyce dolaştım onların yanında, savaşlarda kılıçlarını taşıdım, terk edildiklerinde dertlerini dinledim, onlarla kadınları ve kaleleri fethettim, karmaşık ruhlarının verdiği tepkilere onlarla birlikte şaştım, zaferlerine sevindim, yenilgilerine üzüldüm.
Sonra, beni maceradan maceraya sürükleyen bu büyük kalabalığın ardında yüzleri gölgeli birilerinin durduğunu fark ettim.
Yazarlar yazıyordu bunları.
İnsan yaratan insanlar.
Belki de edebiyatı bu yüzden sevdim.
Yüzlerce hayat yaratabilecek kadar güçlü ve yetenekli insanların kendi özel hayatlarını cehenneme çeviren birçok zaafı bünyelerinde barındırmalanndaki şaşırtıcılık...
Ve kuvvetli çelişkilerle zedelenmiş bu insanların zihinlerinin ürünü olarak hayat bulan zaaflarla dolu güçlü kahramanları.
Rengarenk flamaları, iri siyah atlan olan tuhaf süvarilerin resmi geçidi.
Ben de önce kitapları ve beni o kitapların içine, yanlarına çeken kahramanları keşfettim. Epeyce dolaştım onların yanında, savaşlarda kılıçlarını taşıdım, terk edildiklerinde dertlerini dinledim, onlarla kadınları ve kaleleri fethettim, karmaşık ruhlarının verdiği tepkilere onlarla birlikte şaştım, zaferlerine sevindim, yenilgilerine üzüldüm.
Sonra, beni maceradan maceraya sürükleyen bu büyük kalabalığın ardında yüzleri gölgeli birilerinin durduğunu fark ettim.
Yazarlar yazıyordu bunları.
İnsan yaratan insanlar.
Hayatı, duygulan, acıları, zaafları herkesten daha iyi bilen, herkesten daha iyi anlatan birileri vardı.
Kitapların oluşturduğu dikkat çekici sahnenin kulislerinde onlar geziniyordu ve onların hayatları romanlarından, hikayelerinden daha karmaşıktı.
Birçok gizli kapısı olan güçlü duvarlarla çevrilmiş kaleler gibiydiler; kapılarının anahtarları onların zaaflarından yapılmıştı ve bana ulaşılmaz gibi görünen bu insanların hayatları, zaaflarının açtığı kapılardan içeri sızan acılarla doluydu.
Kahramanlarının duygularını çok iyi tanıyorlar, onların hayatlarını yönetiyorlar, bütün zaaflarını en ince ayrıntılarına kadar anlatabiliyorlardı ama kendi zaaflarına ve hayatlarına yön veremiyorlardı.
Binlerce kristal parçasından oluşan görkemli avizeler gibiydiler, ışıkları yetenekleri ve güçleri yakıyor, zaafları o ışıkları parçalayıp bin bir değişik renge ve parıltıya dönüştürüyordu.
Belki de yaratabilmek için insanın büyük bir güç kadar büyük bir güçsüzlüğe de ihtiyacı bulunuyordu, belki onların güçsüz yanlan onları insanların ruhlarına karşı böylesine hassas kılıyordu.
Yaratıcılıkla hastalık arasında uğursuz bir ilişki olduğunu herkesin sezmesine rağmen kimse bu yaratıcıların sırrını çözemedi ve onlar da garip bir içgüdüyle kendi hastalıklarını tedavi etmekten kaçındılar, hattâ onlara sıkı sıkıya sarıldılar.
Hayatı yaratan tanrının, yarattığı bu hayatı değerli kılabilmek için ölüme muhtaç olması gibi belki onlar da yarattıklarını değerli kılabilmek için kendi ruhlarının zaaflarına, hattâ ölümüne muhtaçtılar.
Bazılarının yüzüne baktığınızda, hastalığın işaretlerini çizgilerinde görebiliyordunuz.
Ama bazıları çok şaşırtıcıydı.
Onların hastalıklarını yüzlerinden okuyamıyordunuz.
İnce yüzlü, tel çerçeveli gözlükler takan, mütevazı bir entelektüelin bakışlarına sahip o zayıf, naif James Joyce'un şehvetle dolu, kıskançlıkla kanayan bir ayyaş olduğunu anlayabilmeniz için birinin size onun hikâyesini anlatması gerekiyordu.
Kitapların oluşturduğu dikkat çekici sahnenin kulislerinde onlar geziniyordu ve onların hayatları romanlarından, hikayelerinden daha karmaşıktı.
Birçok gizli kapısı olan güçlü duvarlarla çevrilmiş kaleler gibiydiler; kapılarının anahtarları onların zaaflarından yapılmıştı ve bana ulaşılmaz gibi görünen bu insanların hayatları, zaaflarının açtığı kapılardan içeri sızan acılarla doluydu.
Kahramanlarının duygularını çok iyi tanıyorlar, onların hayatlarını yönetiyorlar, bütün zaaflarını en ince ayrıntılarına kadar anlatabiliyorlardı ama kendi zaaflarına ve hayatlarına yön veremiyorlardı.
Binlerce kristal parçasından oluşan görkemli avizeler gibiydiler, ışıkları yetenekleri ve güçleri yakıyor, zaafları o ışıkları parçalayıp bin bir değişik renge ve parıltıya dönüştürüyordu.
Belki de yaratabilmek için insanın büyük bir güç kadar büyük bir güçsüzlüğe de ihtiyacı bulunuyordu, belki onların güçsüz yanlan onları insanların ruhlarına karşı böylesine hassas kılıyordu.
Yaratıcılıkla hastalık arasında uğursuz bir ilişki olduğunu herkesin sezmesine rağmen kimse bu yaratıcıların sırrını çözemedi ve onlar da garip bir içgüdüyle kendi hastalıklarını tedavi etmekten kaçındılar, hattâ onlara sıkı sıkıya sarıldılar.
Hayatı yaratan tanrının, yarattığı bu hayatı değerli kılabilmek için ölüme muhtaç olması gibi belki onlar da yarattıklarını değerli kılabilmek için kendi ruhlarının zaaflarına, hattâ ölümüne muhtaçtılar.
Bazılarının yüzüne baktığınızda, hastalığın işaretlerini çizgilerinde görebiliyordunuz.
Ama bazıları çok şaşırtıcıydı.
Onların hastalıklarını yüzlerinden okuyamıyordunuz.
İnce yüzlü, tel çerçeveli gözlükler takan, mütevazı bir entelektüelin bakışlarına sahip o zayıf, naif James Joyce'un şehvetle dolu, kıskançlıkla kanayan bir ayyaş olduğunu anlayabilmeniz için birinin size onun hikâyesini anlatması gerekiyordu.
Onun hikâyesini, Dublinliler'i yazdığı gençlik dönemini anlatan bir filmde izledim.
Cinsellik mabedinin kapısından henüz girmemiş genç bir yazar adayıyken bu mabedi iyi tanıyan bir otel hizmetçisine rastlayıp âşık olmuştu.
Onunla şehvetle, tutkuyla sevişmiş, onunla birlikte Trieste'ye göç etmiş, onunla evlenmişti.
Seçtiği kadın, kendisi kadar huzursuzdu.
Neredeyse hastalıklı bir tutkuyla, zevkten kıvranarak şehvetle sevişiyorlar ve her sevişmeden sonra Joyce'un kıskançlığı biraz daha artıyordu. Karısının kendisinden önce tanıştığı erkeklerle nasıl seviştiğini merak ediyordu, bazen sevişmenin ortasında, "Onlar da sana böyle mi yaptılar?" diye soruyor, ısrarla cevabı duymak istiyordu.
Şehvet ve zevk onu karısına bağlıyor ama aynı şehvet ve zevk büyük bir kıskançlık yaratarak onu karısından uzaklaştırıyor, hattâ ona düşman ediyordu.
Sanki karısına her dokunduğunda, onun vücudunun kıvrımlarında başka erkeklerin izlerini görüyordu.
Kıskançlığın yarattığı o hastalıklı merak içini yiyordu, "öbür erkeklerle nasıl sevişiyordu", nasıl bağırıyordu, nasıl inliyordu, neler yapıyordu onlarla, onların neler yapmasından hoşlanıyordu.
Tutkuyla bağlı olduğu o vücudun başka vücutlara da dokunduğunu biliyor, onu tümüyle sahiplenmek istemesine rağmen sahiplenemiyor ve sadece kendisine ait olan bir yer, bir dokunuş arıyordu.
Tutkunun kaçınılmaz sonucu olan mutlaklık talebi cevapsız kaldığından, hiç olmazsa mutlak olarak kendisinin olduğuna inandığı küçük bir alanı bulmaya uğraşıyordu.
Şehvet ve tutku büyüdükçe kıskançlık da büyüyor, karısının geçmişini silemeyeceği için korkunç bir çaresizliğin içine kısılıyordu.
Cinsellik mabedinin kapısından henüz girmemiş genç bir yazar adayıyken bu mabedi iyi tanıyan bir otel hizmetçisine rastlayıp âşık olmuştu.
Onunla şehvetle, tutkuyla sevişmiş, onunla birlikte Trieste'ye göç etmiş, onunla evlenmişti.
Seçtiği kadın, kendisi kadar huzursuzdu.
Neredeyse hastalıklı bir tutkuyla, zevkten kıvranarak şehvetle sevişiyorlar ve her sevişmeden sonra Joyce'un kıskançlığı biraz daha artıyordu. Karısının kendisinden önce tanıştığı erkeklerle nasıl seviştiğini merak ediyordu, bazen sevişmenin ortasında, "Onlar da sana böyle mi yaptılar?" diye soruyor, ısrarla cevabı duymak istiyordu.
Şehvet ve zevk onu karısına bağlıyor ama aynı şehvet ve zevk büyük bir kıskançlık yaratarak onu karısından uzaklaştırıyor, hattâ ona düşman ediyordu.
Sanki karısına her dokunduğunda, onun vücudunun kıvrımlarında başka erkeklerin izlerini görüyordu.
Kıskançlığın yarattığı o hastalıklı merak içini yiyordu, "öbür erkeklerle nasıl sevişiyordu", nasıl bağırıyordu, nasıl inliyordu, neler yapıyordu onlarla, onların neler yapmasından hoşlanıyordu.
Tutkuyla bağlı olduğu o vücudun başka vücutlara da dokunduğunu biliyor, onu tümüyle sahiplenmek istemesine rağmen sahiplenemiyor ve sadece kendisine ait olan bir yer, bir dokunuş arıyordu.
Tutkunun kaçınılmaz sonucu olan mutlaklık talebi cevapsız kaldığından, hiç olmazsa mutlak olarak kendisinin olduğuna inandığı küçük bir alanı bulmaya uğraşıyordu.
Şehvet ve tutku büyüdükçe kıskançlık da büyüyor, karısının geçmişini silemeyeceği için korkunç bir çaresizliğin içine kısılıyordu.
Mutlak bir sahipliğe ulaşamamış, başka insanların gölgesiyle yaralanmış tutkusundan vazgeçemiyor, hayatındaki gölgelerle kendisine acı çektiren karısını bırakamıyor, hiçbir zaman dinmeyecek bir acı çektiği için de utanıyordu.
Karısını, "Bu adam senden hoşlanıyor" diye başka adamlarla baş başa bırakıyor, daha sonra, "Seviştiniz mi?" diye soruyor, kendi acısını kendi davranışlarıyla arttırıyor, böyle utandırıcı bir acı çektiği için kendisini bu davranışlarla hem cezalandırıyor hem de gizliden gizliye acının dayanılmaz bir noktaya ulaşıp kendiliğinden yok olmasını bekliyordu.
Ama bütün bu karmakarışık davranışlara, duygulara rağmen aralarındaki bağ kopmuyor, aksine hastalıklı bir şekilde güçleniyordu.
Karısını, ya bırakması, ya gerçeği kabul etmesi gerektiğini bildiği halde ikisini de yapamıyordu. Karısının bedenini hiç dokunulmamış bir beden olarak sahiplenmek istediğinden, karısını kendisi için asla ulaşılamayacak bir hedef haline getirmişti. Bunun imkânsız olduğunu bilmesine rağmen geçmişi düzeltmeye çabalıyordu.
Aradığına ulaşmanın imkânsızlığını kavradığında uzaklara kaçıyor ama özlemden kurtulamayıp geri dönüyordu. Karısı, ona kimsenin tattırmadığı bir acıyı tattırıyor ama kimsenin veremediği zevki ve mutluluğu da verebiliyordu.
Ne kaçabildiği, ne yenebildiği vahşi bir hayvanla yaşar gibi her gün, her an ruhunda vahşi ısırıklarla dayanılmaz ıstıraplar hissederek yaşıyordu.
İçiyordu. Yazıyordu.
İçiyordu. Yazıyordu.
Kendisini ve karısını aşağılıyordu.
Bir keresinde karısı ona, "Yazdıklarından ve içkiden başını kaldırsan gerçekleri göreceksin" dediğinde, "Sen benim yazdıklarımı okusan benim bütün ayrıntıları, bütün davranışları, bütün duyguları gördüğümü anlardın" diyordu.
Başkalarıyla ilgili duygulan görüyor, nedenlerini anlayabiliyordu.
Göremediği ve tedavi edemediği kendisiydi.
Kendisinin böylesine büyük bir aşkla bağlandığı bedenin diğer insanların ulaşamayacağı kadar yüce, kıymetli, dokunulmaz olmasını isterken aslında yüceltmek istediği şeyin kendisi ve kendi bencilliği olduğunu göremiyor, kendi tutkusu, mutlak olarak kendisinin olduğuna inandığı bir vücuda duyduğu özlemi, kıskançlığı, şehveti ve şişelerce içkisiyle sarhoşlaşıyordu.
Zevkin ve acının kaynağı aynıydı.
Birinden kopamadan öbüründen kopamıyordu.
Karısından hep kaçmaya çalıştı ve hiçbir zaman kaçamadı, yaşadığı gerçeği değiştiremedi ama yeryüzünün roman anlayışını ve ingiliz dilinin kullanılış biçimini değiştirdi.
Yeryüzü edebiyatını değiştirmeye yeten gücü, kendini değiştirmeye hiçbir zaman yetmedi.
Göremediği ve tedavi edemediği kendisiydi.
Kendisinin böylesine büyük bir aşkla bağlandığı bedenin diğer insanların ulaşamayacağı kadar yüce, kıymetli, dokunulmaz olmasını isterken aslında yüceltmek istediği şeyin kendisi ve kendi bencilliği olduğunu göremiyor, kendi tutkusu, mutlak olarak kendisinin olduğuna inandığı bir vücuda duyduğu özlemi, kıskançlığı, şehveti ve şişelerce içkisiyle sarhoşlaşıyordu.
Zevkin ve acının kaynağı aynıydı.
Birinden kopamadan öbüründen kopamıyordu.
Karısından hep kaçmaya çalıştı ve hiçbir zaman kaçamadı, yaşadığı gerçeği değiştiremedi ama yeryüzünün roman anlayışını ve ingiliz dilinin kullanılış biçimini değiştirdi.
Yeryüzü edebiyatını değiştirmeye yeten gücü, kendini değiştirmeye hiçbir zaman yetmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder